ÜZÜM ŞIRASI
“MAYŞE”
Okullar tatile girdi. Yaz yetmişi “Yaz Ortası Ekinoksu” gelmek üzere. Güneş dikine saplamaya başladı oklarını. Sıcaktan kavrulacak yakında Yazıhan düzü.
Sekiz-on yaşlarında olmalıyım. Öğlen sonrası posta trenine bindirdiler beni Yazıhan’da. Yaren-yakın beş altı tanıdık da biniyor aynı trene. Onlara teslim ettiler beni. Hasançelebi’de ineceğiz trenden. Bu insanları almaya gelecek katırlarla Yama Yaylası’ına, Aşağı Çimen obasına gideceğiz beraber.
Her şey yolunda; tünel-köprü-yarma, tüf tüfleyip gidiyor karatren. Bir başka dünya, ne kadar güzel bir dünya!… İnsanın içini ferahlatan yeşil bir ortam Bozkır’ın ötesinde. Yer bulan oturmuş ahşap banklara. Bir pencereye yapışmış doğayı seyrediyorum ben de.
Vadi yamaçlarını habitat edinmiş meşe ormanları, dere ağzında, ortak yaşam alanı bulmuş, biri birinden güzel; beyaz kavak, iğde ve salkım söğüt ağaçları… Üzüm bağları, kayısı-elma-ceviz bahçeleri… Seyretmeye doyamıyorum. Yazıhan’daki o durağan hayattan sonra bütün gün sürsün istiyorum bu yeşil yolculuk. Derken, Sarsap durağını ve Hekimhan istasyonunu geçtik, Hasançelebi’de indik trenden.
Bundan sonra ki yolculuk katır sırtında ve yer yer yaya olmak üzere beş altı saat sürecek dağlara doğru.
Telaş, heyecan, coşku, heves… Yükünü saran yollandı gitti. Ben kala kaldım ortada. Gözardı etti, unuttular beni sanki! Çaresiz, sırtlandım çantamı takıldım peşlerine. Çok sürmedi ama, Hasançelebi köyüne varmadan koptuk birbirimizden. Onlar binit, ben yaya… Üstelik ağır bir çıkın da var sırtımda. Kayboldu gittiler gözden yol arkadaşlarım.
Hasançelebi’yi geçerken dükkânının önünde oturan bir bakkal seslendi bana.,:
-Bana bak hele yavrum, kimsin sen, nerden geliyorsun, kime-nereye gidiyorsun böyle?
-Yazıhanlıyım amca, Yama’ya, yaylaya gidiyorum.
-Yavrum, az önce sizden bir grup geçti burdan, sen niye ayrısın onlardan?
-Trende beraberdik, yani ben de onlarlaydım, ama koptuk birbirimizden, beni unuttu gittiler!…
-Çocuğum, en az altı saat yol gideceksin! Karanlığa kalacaksın, akşam serinliğinde üşeyecek soğuklanacaksın. Bakma buralara, yukarılarda hava serttir hâlâ! Gel, bizde yat bu gece, yarın sabah gidersin. Her gün yaylacı bir grup geçiyor burdan. Onlara katılır gidersin.
-Yolu biliyorum amca, giderim tek başıma.
-Paran var mı peki, varsa eğer küçük bir şişe üzüm şırası vereyim sana. Tapasını açarım, üşürsen içersin, hem sıcak hem tok tutar seni!
Hasançelebi, Başkınık köyü, Başkınık köyünün yurt yeri derken, Çimenlik yolunda, Dikili Deresi’nde karanlık çöktü üstüme. Bakkal amca haklıymış meğer!
Yorgunum, yoruldukça da ağırlaşıyor sırt çıkınım. Üstüne üstlük hep yokuş yukarı bundan sonraki yolum. Bereket, ay aydınlatıyor geceyi, hiç değilse patikaları seçebiliyorum!
Yorgunum, az sonra bir taşa oturdum, oturdum ve Hasançelebili bakkalın üzüm suyundan birkaç yudum içtim. Sonra biraz daha ve birkaç yudum daha!…
Şeytanla “alkolle” ilk buluşmam! Harika bir lezzet, rehavet çöktü üstüme. Sekiz yaşın çocukluğu, kafayı bulmuş olmalıyım! Girdim bir kayanın oyuğuna uyudum.
Yalnız bırakıldığımı, unutulduğumu ve hatta, onlara göre, “ihmal edildiğimi” öğrenen aile bireylerim gece boyunca beni aramışlar. Tatsızlıklar yaşanmış, ufak bir fırtına kopmuş yurt yerinde. Onlar beni araya dursunlar, ben birkaç dakika gökyüzünün yıldızlarını seyrettim saydım, sonra da çocuk hayatımın en güzel, en tatlı uykusuna daldım.
Daha önce de yazmıştım; siz siz olun uzak durun “Hasançelebi Alevisi”nin üzüm şırasından. Çünkü:
*İçki sağlığa zararlıdır
*Tütün de öyle
*Kilosu yedi yüz lira olan kırmızı et baştan zararlıdır zaten!…
*Siz bilmezsiniz belki, ben biliyorum, söyleyeyim hemen; insan için en zararlı olan da yaşamaktır! Ucunda ölüm var çünkü. Eninde sonunda ölüm!…
* * *
Bir önceki yazımda yazar Mehmed Uzun’un, “İnsan Doğduğu Yere Benzer” sözünü hatırlatmıştım. Bana göre de, doğduğu yer insanın kaderidir. Birkaç sene önce bir akrabamın himmetiyle Yama Dağı yaylalarını gezdim yıllar sonra.
Hüsran hüsran!… İğreti yollar açmışlar yayla obalarına. Motorlu araçlarla gidilebiliyor her yere. Çocukluğumun o bakir Yama Dağı dejenere olmuş, piknik-mesire şenlik yeri olmuş adeta.
* * *
YAZIHAN HABER gazetesi için “Figanım Sensin” başlıklı şiir-öykü kombini kitabımdan bir başka Yazıhan şiiri:
TAVŞAN AVI
“Unutulmayan Anılar”
Yüzdüler derisini
İki pula sattılar
Korkuyu yendi tavşan
Kaçmayacak, kovalanmayacak artık
Etini bulgur pilavına kattılar
Bozukmuş mayası zaten
Bana hep böyle anlattılar
Bir ölüm kalım savaşı
Acı bir kavga ki, sormayın
Zehir zeyrek yatağıdır Sarsap deresi
Beni dinleyin, hiç görmeyin
Ve Karaca tepesinde,
Yazıhan ovasında…
Tavşan can derdinde
Yavruları yuvasında
Kiraz’ı da burada vurdular Verda
Aha şu kara taşın ardında
Fidan incesi bir daldı
Sen Kiraz’ı tanımadın
Kalemdi, divitti parmakları
Paslı bir Mauser kurşunu canını aldı
Sen Kiraz’ı görmedin
Karlı bir zemheri sabahı
Toprağını gül suyuyla kardılar
Unutulur gibi değil
Kömür karsıydı saçları
Aldı, kirazdı yanakları
İpek satenlere sardılar
Göğsünde kurşun yarası
Maviş gözlü bir hazaldı
Yeri göğü inletti anası
Fistanında kan izleri vardı
Kırçiçeğim, morgülüm
Ağlamaktan Morardı dilim
Yokluğun zindan karası
Seni yüreğimden kopardı ölüm
Ben ölümü bilmezdim
Başına buyruk,
Sorumsuz bir rebeldim
Dünyaya kendim geldim
İstediğim zaman da giderim derdim
Ne zaman ki;
Tavşanı tencerede,
Kiraz’ı toprakta gördüm;
İşte o gün,
Kabullendim yetersizliği,
Çaresizliğime boyun eğdim
M. Kaya, İzmir’04