USD42,81
%0.19
EURO50,18
%-0.02
CHF53,29
%0.11
GBP57,31
%0.15
EURO/USD1,17
%-0.07
BIST11.339,91
%0.04
Petrol59,64
%-0.3
GR. ALTIN5.954,39
%-0.02
BTC0,000000
%0
ali Adıgüzel
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. ARGUVAN’A BAHAR GELDİĞİNDE ÇİNGENELER: ELEKÇİLER NEREDE?

ARGUVAN’A BAHAR GELDİĞİNDE ÇİNGENELER: ELEKÇİLER NEREDE?

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

​Arguvan’ın yaz mevsiminde, yıldızlarla bezenmiş ay ışığı gecelerinde, su gözeleri başında kurulan bir çadırdan yankılanan o unutulmaz ses…

​‘‘Elimizde değnekler, yukarıda ay

Parlıyor kerkenezin kanatları

Ay ışığında…’’

​Baba Halil (Dade) gür sesiyle seslenirdi:

​”Le peşte, peşte, gasnaklar gârensin dutlar dibine…”

​Hemen ardından oğlu Şopar Tatabani koşturmaya başlardı…

​Baharın Kokusu ve Kervan

​1960’lı yıllarda, Arguvan’da ve doğusundaki Tahir Çayı, Keban ve Arapkir bölgelerinde, kışın harabe evlere sığınan Elekçiler, baharın ilk kokusu geldiğinde yollara düşerlerdi.

Kara yağız Elekçi yiğidi… Kara şalvarı, başında altı köşeli şapkası… İri alt dudağı, sanki felç olmuş gibi sağ tarafa doğru makaslayarak o meşhur sesi çıkarırdı: ”Le peşte peşte gasnaklar gârensin dutlar dibine…” Oğlu Tatabani ise emri alır almaz koşmaya başlardı.

​Baharın zorlu sınavından yeni çıkmış, bir deri bir kemik kalmış eşekler ve atlara yüklenen yataklar, çadırlar… Hepsi birden, Karadiğ’in kaşından aşan bir kervan gibi yola koyulurdu.

​Yukarı Sülmenli’de dutların gölgesinde, su gözelerinin serin başında, çayırlıklarda ve sulak Şehenin Piyeri Alhan Oğlu’nda kurarlardı çadırlarını.

​ İsli Çaydanlık ve Tatlı Sözler

​Eşeklerin anırmaları, çocuk sesleri… Ve çadırların önünden göğe süzülen bir duman. İsli çaydanlıkta demlenen kaçak Antep çayı… Çayıra uzanmış, kaçak tütün saran dâdeler (babalar), arada bir ıslanmış derilerden iplik yapar, kasnaklara gözer, kalbur, sarat ve abara örerlerdi.

​Rengârenk fistanları yerlerde sürünen Elekçi kadınlar… Sırtlarına bezle bağladıkları nazar boncuklu çocukları ve omuzlarındaki heybeleriyle kapı kapı dolaşırlardı. Yağ, bulgur, buğday, arpa… Ne verilirse alır, heybelerine atarlardı. Daha çok almak için diller döker, tatlı sözleriyle gönül alırlardı.

​Esmer tenli, dilleri tatlı bu insanlar… Geldikleri yerlere canlılık katar, su gözeleri başında çadırlar kurar, yosunlu suları içip yıkanırdı. Bu dostlarımız, belleklerimizde çok güzel anılar ve silinmez izler bıraktılar.

​ Unutulmaz Dostluklar

​Kışı Eymir köyünde geçiren Halil’in, atını çeşmede sularken kar ve tipide Arguvan’a giden üç öğrenciyi görmesi… Onlara yaklaşıp iki elini açarak: ”Sizi asla bırakmam! Bu kış ve tipide başınıza bir iş gelir!” demesi ve evine götürmesi… Gürül gürül yanan sobayı ve demli çayı yudumlayan o üç öğrenci, bu iyilik dolu anıyı hiç unutmadı.

​Yine, amcamla kirve olan Halil’in, amcamların evine giderken vefat haberini alınca diz çöküp karaca yolunda çocuk gibi ağlaması… ”Uyy kirvem Memi ölmüş!” diye dizlerine vura vura dövünmesi… Bu sahne, bizleri nasıl da derinden etkilemişti! Onlara hep, ”Dostlukları, muhabbetleri güzel insanlar” der, hayırla yâd ederdik.

 Şehenin Piyeri’nde Bir Gece

​Bahar mevsimi gelmişti. Bizim bağların alt tarafında, Şehenin Piyeri dediğimiz yerde, su gözelerinin başında dört çadır kurulmuştu. Onlarca eşek, oynaşan çocuklar… Rengârenk fistanları yeri süpüren kadınlar… Sırtlarında çıhınlanmış, omuzlarında nazar boncuklu çocuklar…

​Çadırlara vardığımızda bizi büyük bir hoşgörüyle karşılarlardı. Dade Halil hemen hanımı Zeytun’a seslenirdi: ”Misafir keku, çay pıtı…” (Misafir oğlum, çay koy.)

​Misafirleri rahatsız eden eşek anırmaları için de hemen Zeytun bağırırdı: ”Kekeştum luvali bal bavraz lako kernuzum, vere şaduk kara mırdarları garşıya leppe şüre…” (Lanet olası eşekler, gidin şu kara itleri karşıya kovalayın!)

​Köylere toplamaya giden kadınlar dar akşam vakti dönerlerdi. Sırtlarına şal arasına sardıkları çocuklar uyumuş, kendileri kan ter içinde yorgun düşmüşlerdi. Topladıklarını kara çadırın önünde kocalarına gösterir, akşam yemeği hazırlığı başlardı.

​Çadır önünde isli tencereler ve duman… Yosunlu su gözelerinden gelen kurbağa sesleri, cırcır böcekleri ve ateş böceklerinin parıltısı

​Yatağının üstünde gökyüzündeki yıldızları sayan Tatabani, baharın ucunu gördü ya, değmeyin keyfine! Söğüt diplerinde, dut dallarında, göze başında uzanır yatağına, gökteki yıldızları sayardı. Ancak ‘baçe, baye, biyav, bori’ (bir, iki, üç, dört) diyebilirdi, sonra tatlı bir uykuya dalardı…

​Konakladıkları yerlerde topladıklarını bir eve dikilmiş çuvallarda bırakır, Karaca, Fetiye tarafından Halincek, Yusuf’un Zindanı ve Çeki’ye varır, sonra Göl Dağlarına doğru tırmanırlardı.

​Tarihin Izdırabı

​Akçadağ Köy Enstitüsü eğitmen kursiyeri emmim İsmail Efendi, okuduğu kitaplardan anlatırdı:

”Erken tarihte, günümüzden 1500-1600 sene önce, Hindistan, Pencap, Sind, Pakistan, Karaçi gibi yerlerden, yani Orta Asya’dan yollara düşmüşler… Acemistan üzerinden Kuzey Afrika ve Batı Avrupa dünyasına sökün etmişler bu insanlar. Tarihçiler, kuraklık ve yokluk nedeniyle yurtlarını terk ettiklerinden bahsederler.”

​”İki koldan yürümüşler. Bir kol Kafkasya üzerinden, Karadeniz’in kuzeyinden ilerlemiş; Macaristan, Romanya, Bulgaristan’a istilâ etmiş. Diğer kol Kuzey Afrika’ya, özellikle Mısır’a yönelmiş.”

​”Ancak, Mısır’da Emeviler’in zulmüne uğramışlar. Göçe devam etmişler… Libya, Fas, Tunus, Cezayir’i boylayıp, karanın okyanusla buluştuğu Cebel-i Tarık Boğazı’ndan İspanya’ya geçmişler. Ne talihsizlik ki, o dönemin İspanya’sında da Endülüs Emevileri var. Endülüsler Mısır’dakilerden de beter! Ormanda tavşan avlar gibi, yakalayıp yakalayıp öldürmüşler bu savunmasız insanları. Sağ kalanlar, Orta Avrupa’ya, çoğunlukla da Germen ülkelerine sığınmışlar.”

​”Ne yazık ki, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, ırkçı Nazilerin katliam ve soykırımlarına maruz kalmışlar. Yüz binlerce Yahudi ve Polonya çocuğunu laboratuvar deneylerinde kobay olarak kullanan Dr. Josef Mengele, “Beyaz Melek”, Almanya’nın Düsseldorf şehrinde bir klinik açar ve Çingenelerin kız çocuklarını kısırlaştırma faaliyetine başlar. Binlerce Çingene çocuğu, hunharca tahrip edilen cinsel organlarının kanamasından ve mikrop kapmasından dolayı ölürler…”

​”Mengele vahşetinden kurtulabilenler de, bazı hümanist Almanların evlerinin ahırlarında ve bodrumlarında saklanmışlar…”

​Emmim bunları çok içten anlatırdı. Anlattıkça biz bu mazlum insanları daha çok sevmeye başladık. Onların yolunu her bahar mevsiminde dört gözle bekler, çadır önündeki isli demlikte çaylarını, Antep pazarından getirdikleri özel kap yapılmış nazar boncuklu kaset çalarlarından yükselen en güzel türküleri dinleme hayali kurardık…

​Son Söz

​Vahşi kapitalizm, ne su gözeyi bıraktı ne de çayırlığı… Şimdi onların konakladığı o yerler öyle çirkinleşmiş ki, ot bile bitmiyor.

​Eski Arguvan’da, topraktan harabe evlerde şimdi onların torunları yaşıyor: Şah Hüseyin, İnvaziz, Ali Rıza, Halil, Cafer… Gelenin gidenin kıskandığı, herkesin imrendiği BuZeytun’un yol kenarındaki çatılı topraktan evi ise halen ayakta.

​Arguvan’da hangi yaşlıya sorsanız, önce bir ah çeker, sonra ‘’Halil’im, Zeytun’um, Dilber’im, Yusuf’um, İnvaz’ım’’ der ve o güzel anılarını anlatmaya başlar.

​Onların kalbi, harabe evlere sığıntı olmayacak kadar güzeldi. Toplumumuza, doğamıza güzellikler katıp gözden kaybolan, asimile olan bu dostlarımıza ve torunlarına selam olsun!

ARGUVAN’A BAHAR GELDİĞİNDE ÇİNGENELER: ELEKÇİLER NEREDE?
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. 15 Aralık 2025, 15:17

    Dikkatle okudum. Anlatımlar, tespitler çok güzel ve yerine olmuş. Hem edebi, hem akıcı hemde iç acıtı öğeler barındırıyor. Tarihi de katmışsınız coğrafyayı da. Sağolun elinize sağlık.

Giriş Yap

Yazıhan Haber ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!